Dağların yamacında ufacık bir köyde doğmuştu.
Tarlaların arasında yükselmiş çığlığı. Başı bulutlara değen dağlar , billur nameleriyle akan ışıl-ışıl nehirlere karışmış sesi. Rengarenk çiçekleriyle görsel bir şölen yaşatan ufacık bir köy. 
Orada doğanı,  bütün güzelliğiyle sarıp sarmalar doğa. O güzelliklerin büyüsüyle oluşmuştu.
Ardından göç. Göç etmek onların kültürünün bir parçası gibiydi. Onlar kader derlerdi. 
Kimse bulunduğu toprağa ait değildi. Kökeninde hep bir kopmuşluk, hep bir terk edilmişlik vardı.
 Bu atalarının koptukları ilk yer değildi, kim bilir nerelerden kopmak zorunda kalmışlardı. 
Buralara gelene kadar neler yaşamışlardı. Şimdi buradan kopup gitmek zorundalardı. 
Hep zorunda kalmamışlar mıydı?
Eli annesinin elinde; sıkı sıkı kavranmıştı. Farklı bir diyara doğru sürüklenip gidiyordu. 
Gözlerini son defa gezdirdi, söğüt ağaçlarında, uzayıp giden yol kıyısındaki kavaklardan. Birçok soru üşüştü  ufacık aklına. Neden gidiyoruz, gitmesek olmaz mıydı….? Köy uzaklaşıp, gözbebeklerinizde yittiğinde yorgunluğa teslim düştü.
Sürüklendiğin bir sonraki yer bir Ada’ydı.
Çocuk gözlerini koca, öfkeli denize şaşkınlıkla dikti. Oysa nehirler nağmeler oluşturarak akardı. 
Hırçın dalgalarını kıyıya vuran Deniz’in derdi neydi? 
Ürktü, daha bir sıkı sarıldı annesine. İri gövdesiyle yalpalayan vapura sürüklendi. 
Dev bir mavinin içinde kayboldu.  Çok geçmeden yeşil çam ağaçlarından gelen hafif bir esinti yaladı yüzünü. 
Daha sonra daracık sokaklardan, naftalin kokulu ahşap evlerden geçti. Her hane onu kucaklar gibiydi. Kapıları açık, içleri şen kahkahalar dolu. Çocuk sesleri. Kendisini evinde hissetti. Bütünleşti onlarla.
 Büyükleri sokağın rengine çoktan bürünmüşlerdi. Ürkütmek ve rahatsız etmek istemezlermiş gibi bir kuşu, ayak parmaklarına basarak usulca sokuldular yeni evlerine.
Ada sarmaladı onu. Kabul görmenin ötesinde yüreğine sardı. Sokaklarda  başı okşandı.
Huzurla büyürken o  sokaklarda,  her kimlikten arkadaşları oldu. Onların katkısıyla şekillendi. 
 “Aaa! Kızım sokakta sakız çiğnenmez!” diyen  Rum komşuları madan Elleni. 
“Kızım koşma düşersin!” diyen  Laz komşu,  Mine teyzesi.
“Acıktın mı? Gel hele bir durmaç yapayım sana kurban” diyen Kürt komşu  Rojda teyzesi,
“Al şu çikolatayı, hadi bendensin” diyen bakkal amcası…
Tek tük geçen faytonlarda, şık hanım ve beyler  restoranlara yemeğe inerler. Yemek saati  ortalık sessizdir, daha sonra bir kalabalıklaşır. Yüksek kahvede çaylar içilir, sohbetler yapılır. Sahil boyunca yürüyüşler...  Akasya kahvesinde çalan müzikle kendinden geçen gençler.
Ve büyümenin acı gerçeği. Ütopik bir Ada’da hayal gibi geçen yıllar. 
Adalar yüz değiştirdi. Ne madam Elleni  kaldı ne de Rojda teyze. Arap Arap Arap….
O ise seçimini; uzak bir masal ülkesinde sanatçı olmaktan yana seçti...Dağların yamacında ufacık bir köyde doğmuştu.
Tarlaların arasında yükselmiş çığlığı. Başı bulutlara değen dağlar , billur nameleriyle akan ışıl-ışıl nehirlere karışmış sesi. Rengarenk çiçekleriyle görsel bir şölen yaşatan ufacık bir köy. 
Orada doğanı,  bütün güzelliğiyle sarıp sarmalar doğa. O güzelliklerin büyüsüyle oluşmuştu.
Ardından göç. Göç etmek onların kültürünün bir parçası gibiydi. Onlar kader derlerdi. 
Kimse bulunduğu toprağa ait değildi. Kökeninde hep bir kopmuşluk, hep bir terk edilmişlik vardı.
 Bu atalarının koptukları ilk yer değildi, kim bilir nerelerden kopmak zorunda kalmışlardı. 
Buralara gelene kadar neler yaşamışlardı. Şimdi buradan kopup gitmek zorundalardı. 
Hep zorunda kalmamışlar mıydı?
Eli annesinin elinde; sıkı sıkı kavranmıştı. Farklı bir diyara doğru sürüklenip gidiyordu. 
Gözlerini son defa gezdirdi, söğüt ağaçlarında, uzayıp giden yol kıyısındaki kavaklardan. Birçok soru üşüştü  ufacık aklına. Neden gidiyoruz, gitmesek olmaz mıydı….? Köy uzaklaşıp, gözbebeklerinizde yittiğinde yorgunluğa teslim düştü.
Sürüklendiğin bir sonraki yer bir Ada’ydı.
Çocuk gözlerini koca, öfkeli denize şaşkınlıkla dikti. Oysa nehirler nağmeler oluşturarak akardı. 
Hırçın dalgalarını kıyıya vuran Deniz’in derdi neydi? 
Ürktü, daha bir sıkı sarıldı annesine. İri gövdesiyle yalpalayan vapura sürüklendi. 
Dev bir mavinin içinde kayboldu.  Çok geçmeden yeşil çam ağaçlarından gelen hafif bir esinti yaladı yüzünü. 
Daha sonra daracık sokaklardan, naftalin kokulu ahşap evlerden geçti. Her hane onu kucaklar gibiydi. Kapıları açık, içleri şen kahkahalar dolu. Çocuk sesleri. Kendisini evinde hissetti. Bütünleşti onlarla.
 Büyükleri sokağın rengine çoktan bürünmüşlerdi. Ürkütmek ve rahatsız etmek istemezlermiş gibi bir kuşu, ayak parmaklarına basarak usulca sokuldular yeni evlerine.
Ada sarmaladı onu. Kabul görmenin ötesinde yüreğine sardı. Sokaklarda  başı okşandı.
Huzurla büyürken o  sokaklarda,  her kimlikten arkadaşları oldu. Onların katkısıyla şekillendi. 
 “Aaa! Kızım sokakta sakız çiğnenmez!” diyen  Rum komşuları madan Elleni. 
“Kızım koşma düşersin!” diyen  Laz komşu,  Mine teyzesi.
“Acıktın mı? Gel hele bir durmaç yapayım sana kurban” diyen Kürt komşu  Rojda teyzesi,
“Al şu çikolatayı, hadi bendensin” diyen bakkal amcası…
Tek tük geçen faytonlarda, şık hanım ve beyler  restoranlara yemeğe inerler. Yemek saati  ortalık sessizdir, daha sonra bir kalabalıklaşır. Yüksek kahvede çaylar içilir, sohbetler yapılır. Sahil boyunca yürüyüşler...  Akasya kahvesinde çalan müzikle kendinden geçen gençler.
Ve büyümenin acı gerçeği. Ütopik bir Ada’da hayal gibi geçen yıllar. 
Adalar yüz değiştirdi. Ne madam Elleni  kaldı ne de Rojda teyze. Arap Arap Arap….
O ise seçimini; uzak bir masal ülkesinde sanatçı olmaktan yana seçti...

20-04-2017 Antwerpen