Bu haftaki yazım, batılı kadın ressamlar hakkında olacak. Kadına dair eşitsizlik ilkesi, her şeyde olduğu gibi, sanatta da kendisini göstermiştir.
Tarih sayfaları arasında şöyle bir gezinti yaptığımızda, biz kadın sanatçıların geçmişten günümüze epey yol kat ettiğini net bir şekilde görürüz. Günümüzde dahi kadın dünya çapında hala ikinci sınıf vatandaş olarak varlığını sürdürmektedir. Bu belki bir ülkeden diğerine değişir, fakat hiç bir ülkede eşitlik mevcut değildir henüz.
Gelelim geçmişten günümüze kadının sanat içindeki konumuna. 
Tarihte unvan yapmış kaç kadın tanıyorsunuz?
Aklınıza hemen gelen bir isim var mı? Sanırım, öyle pat diye aklınıza bir kadın ismi gelmiyordur değil mi?
Yani, tarihte, ünlü erkek ressamlar gibi ‘Remberant, Rubens, Van Gogh, Dali…’ 
Var mı onlar gibi , onlar kadar tanınmış kadın ressamlar?
Geçmişi bırakın, günümüzde dahi, yukarda isimlerini yazdığım erkek ressamlar kadar ün yapıp, benimsenmiş bir kadın ressamın  isminin aklınıza gelmesi mümkün değildir.
Masala Hollanda’yı ele alalım. 2009 tarihinde Akademiye 8000 bayan öğrenci, sanat dallarının farklı kollarına kaydını yaptırmış. Aynı yıl 6000 erkek öğrenci  Akademi’ye kaydını yaptırmıştı. Bu sayı bize, sanatta ne kadar çok bayan olduğunu göstermekte.  Peki sonuç?
Hollanda’da  resmi olarak 1870 tarihinde kadınlar Akademiye girme hakkı elde etmişlerdir. Peki bu tarihten önce, bu ülkede Akademi yok muydu?
Elbette vardı. Bu tarihten 200 sene önce Den Haag şehrinde Krallık Akademisi vardır. Ülkenin en eski Akademisi unvanına sahiptir. Buna rağmen, o dönemlere ait usta kadın ressamların eserlerine rastlamak çok zordu.
Peki neden bu döneme ait ressam kadınları tanımıyoruz?  Tanınmamış bir yapıt incelenirken, bir erkek sanatçıya ait olarak inceleniyor. O eserin bir kadına ait olabilme ihtimali hiç kimsenin aklına neden gelmiyor?
Şu da var. Mağaralardaki çizimleri düşünürsek, bu çizimlerin erkekler tarafından yapıldığını düşünmez miyiz?  Kimsenin aklına o çizgilerin bir kadına ait olabileceği asla gelmiyor. Oysa ilk çağlarda, erkek ava gittiğinde evde kalan kadın değil midir? Peki, kadın onca zamanı nasıl değerlendiriyordu?
Bunları mantıken, fikir yürüterek belki sonuçlandırabiliriz. Tabi yine de varsayım olarak kalır. 
Biz de mağaradaki resimlerin sahiplerini erkek olarak düşünmeye devam ederiz. 
Şimdi gelelim tarihin tozlu sayfalarına ve tarihte altı ressam kadının neler yaşamış olduğuna:
Roma bilim adamı Plinos’un betimlemelerine göre eski dönemlerde resim yapmış ve başarılı eserler üretmiş kadınların, eserleri üzerinde epey oyunlar dönmüştür. Örneğin, o dönemde bir eser kadın tarafından yapılmışsa alıcı bulması mümkün değildi. Sanat tüccarları ve koleksiyonerler bu sanatçıların eserlerinin altına, o dönemin isim yapmış sanatçılarının imzalarını atıp, bu eserlerden bolca kazanç elde etmişlerdir. O dönemlerde, kadınlara ait tüm eserler erkek imzası atılarak elden çıkartılabiliyordu. Bunun nedeni, o dönemlerde kadının adının duyulmaması, temiz ve saf kalması önemsendiğindendi. Aksi takdirde, unvan yapmış bir kadının asla evlenme şansı yoktu. Bu da kadınların ürettikleri başarılı eserler, tanınmış erkek ressamların imzası altında yok olmaya mahkûm ediliyordu. 
Yani evlenip, eşlerinin soyadlarını alan kadınların unvan sahibi olmaya hakkı yoktu.
ESER SAHİBİNİ ANLATIR
Her sanatçı, eserinde yaşadığı hayattan izler bırakır. Geçmişteki kadın ressamlarda öyle .
Tanınmış erkek sanatçılar tarafından imzalanmış fakat eserin asıl sahibi kadın olan, birçok tablo geçtiğimiz yüz yıllarda su yüzüne çıkmıştı.
Bu eserler genellikle natürmordu. O dönemin saygın beyleri ise, bayanların resimde başarılı olabilmeleri için epey yol kat etmeleri gerektiğinden dem vuruyorlardı. Onlara göre, natürmort türü çalışmalar yapmak, sadece teknik bilmeye dayalıydı. Yeteneğe ihtiyaç yoktu. 
Kadınlar İncil’deki temaları yapamazlardı. O temaları yapmak yetenek ve hayal gücü gerekmekteydi. Beylere göre kadınlarda yetenek olmadığından İncil’deki temaları çalışamıyorlardı.
Zaten hiçbir kadın da o temaları yapmamıştı. Bunun nedenine geleceğiz! 
Natürmort çalışmak, yani çiçek, yemek, ev işleri gibi şeyler o dönemde kadının yapması zorunlu olduğu geleneksel bir yaşam tarzıydı. Bu temaları işlemeleri gayet doğaldı. Yaşadıkları hayatın içindeki malzemelerdi bunlar. Onların en çok tanıyıp, özgürce inceleyebildikleri konulardı bunlar.
Antwerpen’li Clara Peeters 1594-1657. Sanatçının çalışmaları genellikle natürmort ağırlıklıydı. Fakat çalışmalarında iki mum veya iki meyve kullanmaz, kendisine özgü çalışmalar yapardı. Onun çalışmaları, kişiliğinin sembolleriydi. Duygularının ve felsefesini yansıtıyordu. Daha sonraki çalışmaları ise cam bardaklar, kendisine ait ufak ebatta portreler, metal kadehler şeklinde olmuştur. Bu tür çalışmalar ise o dönemde yaşayan kadına yakışıyordu.
Bir çok kadın ressam evlenecekleri dönemde, eserlerini çarşaflara sarıp tavan arasına kaldırmaya mecbur kalmıştı. Artık, onların görevi bol çocuk doğurmak ve ev işleriyle uğraşmaktı. 
Fakat Clara Peeters çok şanslıydı. 45 yaşındayken evlenmişti ve evlenmeden önce yüzden fazla eser üretebilmişti.
Onun kadar şanslı olmayanlar çoktu. Örneğin Hollandalı Judit Leyser. Judit Leyser 1609 doğumlu sanatçı. Batının ilk isim yapmış ve başarılı bayan ressamlarındandır. O natürmort çalışmalar yapan hemcinslerinden biraz farklıydı. Daha ileriye giderek, kendisine ait, büyük ebatta bir portre yapmıştı.
O  resim 1633 yılında Harlem Sint-Lucasgilde kabul görmüştür. (Sint-Lucasgilde, o dönemin önemli sanat derneklerinden birisidir.) Başarılı ressamların üye olabildiği bir kurumdur.
Tabi ki, o dönemde bir çok başarılı kadın portre yapıyordu fakat bu portreler evden dışarı çıkarılamıyordu. Leyster, ilgi çekici temalar seçiyordu. Yani günlük hayattan temalar seçiyordu. 
Kendi portresini de şövale ’sinin arkasında duran bir kadın olarak betimlemişti. Flüt çalan bir çocuk, dans eden adamlar gibi ilginç temalar çalışıyordu. Tüm çalışmalarını kendisine ait atölyesinde yapıp, oradan sanat hayatını yönlendirebiliyordu. 
Ne yazık ki, evlendi. Evlilik hayatı ile de sanatın sonu bir nevi gelmiş oldu. Leyster, Jan Miense Molenaer adlı bir ressamla evlendi. Beş çocuğu oldu, çocukların bakımı, evin muhasebesi ve eserlerin satış işlerini o yapıyordu. Bu işler öylesine çok vaktini alıyordu ki, resim yapmaya fazla zamanı yoktu artık. Buna rağmen Judit Leyster’a ait tanınmış bir natürmort vardır. Onun dışında diğer tüm eserleri eşinin imzasıyla satılmıştır.
Daha sonraları kendi yapmış olduğu eserlere kendi imzasını kullanmaya başlamıştır. İsminin baş harfini ve eşinin soyadını;  soyadının baş harfini kullandığı imzasının yanına, sembolik olarak bir de yıldız eklemişti. Bunun anlamı, ‘Acılar içinde yaşayan bir yıldızdır.’
Sanattın altın çağında, natürmort çok popüler oldu. Özellikle çiçek çalışmaları çok istenen temalardı.
O dönemlerde, çiçek çalışmalarında çok usta olan kadın ressam Rachel Ruysch idi. Rachel Ruysch 1664 doğumlu ressam Amsterdamlıydı. Babası bitki dalında profesördü. Babasının mesleği kadın sanatçının bitkileri ve hayvanları yakından inceleyip tanımasına yaramıştı. Bitkileri ve doğada yaşayan diğer canlıları yakından tanıması onları tablolarında daha canlı ve renkli çalışmasında çok yararlı olmuştu.
Onun, bitki, böcek, yılan, salyangoz çalışmaları öylesine canlıydılar ki, bakanlar onların tuale yapıştırıldığını dahi düşünebiliyorlardı. 
Alman prensi Johann Wilhelm II von der Pfalz bu eserleri büyük bir beğeniyle duvarlarında bulunduruyordu. Aynı zamanda, o dönemin asillerine de çok beğendiği bu eserleri hediye olarak sunuyordu. Bu da eserlerin paha biçilemez yapıyordu. Alman prensi Johann Wilhelm II von der Pfalz öylesine iyi bir ekmek kapısıydı ki, sanatçının on çocuğu dahi onu şövalesinden koparamamıştır. 
Bu şekilde yüzden fazla eser üretmiştir ve adı diğer kadın sanatçılar gibi yok olup gitmemiştir.
Sanatçıların, kendilerini geliştirebilmeleri için sürekli geziler yapmaları gerekiyordu. Bu yeni teknikleri öğrenebilmeleri için gerekliydi ve Romanya, İspanya’ya giderek kendilerini geliştirebiliyorlardı. Fakat, kadın sanatçıların bunu yapmaları mümkün değildi. Tek başına yolculuk yapmak son derece tehlikeliydi. Ayrıca mitolojik, dinsel, tarihsel temalar da çalışmaları da yasaktı.
Bu tür çalışmalar anatomi bilgisi gerektiriyordu ve anatomi bilgisini edinebilmeleri için, çıplak modeller kullanarak çalışmalar yapılan atölyelere girmeleri gerekiyordu. Çıplak modellerin olduğu atölyelerde kadınların bulunması katiyen yasaktı.
Kadın sanatçıların anatomide kendilerini geliştirmeleri hiç bir şekilde mümkün değildi. Bu da tarihte neden kadın sanatçıların, tarihi, mitolojik ve dini temalarda başarılı çalışmalar yapamadıklarını biraz anlatıyor sanırım.
Dikkat ettiyseniz, günümüze ulaşmış ve müzelerde yerini almış ünlü çalışmaların çoğu da bu temalarda işlenmiş olan eserlerdir. 
Bilemeyiz ama,  belki de ünlü bir erkek sanatçıya ait olduğunu sandığımız bu çalışmalar aslında o dönemin kadın sanatçılarınındır.
Kadınlara ait çalışmalar, üstünde oynanan oyunlar neler barındırıyor bilemiyoruz.