Londra dünyanın önemli finans merkezlerinden biri. Bunu kısmen ironik bir şekilde 1666
Eylül ayında geçirdiği Büyük Londra Yangınına borçlu olduğu kabul edilir. Romalılardan
kalma şehir surları içindeki seksen binden fazla bina fırından çıkan bir yangın sonucu kül olup
kent merkezi tamamen tahrip olmuş. Merkezin yeniden inşasında ağırlık konut yerine iş
yerlerine verilerek Londra’nın küresel bir finans ve ticaret merkezi olmasının alt yapısı
hazırlanmış, İngiltere’nin 19. Yüzyılda güneş batmayan imparatorluğa dönüşmesiyle
günümüze kadar devam eden küresel bir finans merkezi konumunu alması sağlanmış.
Günümüzde nüfusu on milyonu aşan Londra, aynı zamanda turistik bir şehirdir. Her yıl yirmi
milyonun üzerinde turist çeker. Özellikle yaz aylarında cadde, sokak, park ve müzeleri
turistler doldurur. Bu kalabalıktan en fazla payı kent merkezi almasına rağmen gezerken
nedense kalabalıktan rahatsız olmadık.
Kentin temizliği de dikkatimizi çekti. Bunun da bir felaketin ardından geldiğini
öğrendik. 19. Yüzyılda Londra kalabalık ve pis bir şehirmiş. Kolera salgınları sıradan
vakalarmış. 1858 yılında kentin tüm lağımının ve endüstriyel atıklarının boşaltıldığı
Thames nehri, sıcağında etkisiyle kokuya alışkın Londralıların bile tahammül
edemedikleri bir koku yaymaya başlamış. Londra tarihine ‘Büyük Koku’ diye geçen bu
olaydan sonra kentin ve Thames nehrinin temizliği için ciddi alt yapı çalışmaları
yapılmış inşaat mühendisi Joseph Bazalgette’nin projelendirip hayata geçirdiği
kanalizasyon ve atık su drenaj sistemiyle kent ve nehir temizliğe kavuşmuş, kolera kendine
başka yer aramak üzere kenti terk etmiş.
Kent merkezindeki trafik sıkışıklığı, alınan ciddi önlemlerle makul seviyeye düşürülmüş.
Bunda çok iyi işleyen başta metro olmak üzere toplu taşımanın da büyük payı olduğu
söylenebilir.
Bir müzeler kentidir de Londra. British Museum bile tek başına Londra’yı ziyaret etme nedeni
olabilir. Adım başı müze var ve bir kaçı hariç hemen hepsi ücretsiz. British Museum’da
insanın gerçekten ‘derya deniz’ olduğunu bir kez daha gördüm.
Bir zamanlar güneş batmayan imparatorluğun başkenti olmasından sanırım Londra çok
kozmopolit bir yer. Şaşırtıcı olan bu kozmopolitliğine rağmen sokaklarda sadece İngilizce
duyuluyor olması. Nasıl yaptılarsa dünyanın birçok yanından gelen insanlar burada ana
dillerini bir yana bırakıp bir birleriyle de İngilizce konuşuyorlar.
Kozmopolitlik mutfağa da yansımış, dünyanın dört bir yanını temsil eden restoranlara
rastlamanız, her tadı yakalamanız mümkün.
Londra pahalı bir metropol. Konutlar ve kiralar da bundan nasibini ziyadesiyle almış.. Londra
dışında yaşayan iki milyon insan her gün iş için kent merkezine gelip akşamına geri
dönüyormuş.
Kent merkezini gezerken en çok dikkat çeken şeylerden biri ambulans ve polis araçlarının
siren sesleri oldu. Trafik yoğunluğunda kendilerine yol açabilmek için bu kadar yüksek siren
sesi kullanmaları gerekiyor mu, bilemedim.
Üç akşamdan sonra yolumuzu Oxford’a çevirdik. Oxford, Londra’ya doksan km
mesafede bir üniversite kenti. Yüz seksen bin olan nüfusunun yüz binden fazlası
üniversiteyle ilgili; öğrenci, öğretim üyesi, yönetici, destek hizmet birimlerinde çalışanlar vb.
Oxford, Thames nehri üzerine kurulmuş eski bir kent. Kent merkezi bir ortaçağ şehri.
Üniversite kuruluşu 1096 yılına dayandırılıyor. Dünyanın en eski ve en bilinen
üniversitelerinden biri. 1209 yılında üniversite öğrenci ve öğretim üyeleriyle kent sakinleri
arasında çıkan gerginlik ölümlerle sonuçlanan çatışmaya dönüşmüş. İngiltere’nin ve
dünyanın ünlü diğer üniversitesi Cambridge bu olaylar üzerine doğmuş. Çatışmalardan
yılan ve Oxford’dan ayrılıp Cambridge giden bir kısım öğretim üyesi ve öğrenciler burada
Cambridge Üniversitesi’ni kurmuş.
Sakin bir üniversite kenti olan Oxford’da fakülte binalarını, kütüphanelerini, rektörlük
binasını gezdik. Birçok güzel bar, kafe ve restoranı var. Turistik kent olması nedeniyle
hediyelik eşya satan dükkanları adım başı görmeniz mümkün. Serbest zamanı oylumlu müzesi
doldurdu.
Zamanımız da doldu ve Bath şehrine doğru yola koyulduk.
Nedim İnce
Altınoluk / 27. 07. 2025